14 Mart 2011
Üretici şirketler “Pazarlama” yapmadan satış yapmanın mümkün olmadığını 1950’li yılların başında fark ettiler ve bir takım pazarlama faaliyetlerinde bulunmaya başladılar. Çünkü ancak bu yolla satışlarını arttırabilme imkânı elde edeceklerdi. Ancak, çoğunlukla bu faaliyetler, 1950’lerin başından 1990’lı yıllara kadar, ürünün kalitesini arttırmak, fiyatını doğru tespit etmek, en iyi şekilde dağıtımını ve etkin tanıtımını yapmak gibi “Ürün odaklı” stratejilerdi.

Pazarlama faaliyetlerinin temelini oluşturan bu çalışmalar, Dr.Philip Kotler tarafından Product (Ürün), Price (Fiyat), Place (Yer), Promotion (Tutundurma) başlıkları altında “Pazarlamanın P’leri” olarak isimlendirilmiş ve pazarlama literatürüne böyle girmiştir.

Tabii ki pazarda sürekli değişimler olmaktaydı. Rekabet arttıkça ve yeni yeni ürünler pazara verildikçe, üretici şirketler, pazarda varlıklarını devam ettirebilmek için, ürün veya hizmetlerini geliştirmeleri gerekiyordu. Bu gereksinim, pazarlama anlayışının gelişmesine yol açmıştır ve People (Hedef kitle), Process (Süreç), Physical Evidence (Fiziksel belirti, Kanıt), Packaging (Ambalaj), Production (Üretim), Public Relation (Halkla İlişkiler), Planning (Planlama), Profit (Kâr) gibi yeni P’lerin, yani pazarlama stratejilerinin pazarlama anlayışına eklenmesine neden olmuştur.

Üretici firmaların pazarlama stratejileri 90’lı yılların sonuna kadar, genel olarak ürün odaklı olmuştur, başlıca amaç ürünü ve hizmetleri geliştirmekti.

Oysa ürünü satın alan hedef kitlenin, yani ürünün gerçek müşterisi “Tüketici”nin beklentileri yeteri kadar dikkate alınmamıştır. Tabii ki, bunu dikkate alan firmalar da olmuştur; ancak 90’lı yıllara kadar bunların sayıları ya çok azdı, ya da faaliyetleri yeteri kadar fark edilmemiştir. Daha açık bir dille ifade etmek gerekirse, özellikle FMCG (Fast Moving Consumer Goods, Türkçeye Hızlı Tüketim Maddeleri olarak tercüme edilmektedir.) kategorisinde sürekli artan talep karşısında büyüyen pazarlar karşısında üretici firmalar, pek de tüketiciye yatırım yapma gereğini duymamışlardır, çünkü zaten ürünler kolayca satılıyordu. Hatta yeni yeni pazarlar açıldıkça (Eski doğu blok ülkeleri vs. gibi), üretimi bile yetiştirmek zor oluyordu.

Ancak, 90’lı yılların sonunda, önce lokal, sonrasında global yaşanmaya başlayan ekonomik krizler karşısında, tüketici talepleri düşmeye başladı. Satmak zorlaştı. Bu kez şirketler “Nasıl satarız?” veya “Gelecekte nasıl var oluruz?” gibi konuları düşünmeye başladılar.

Ve ürünün gerçek alıcısı olan “Tüketici”yi fark ettiler!…

Satmak için tüketiciye gitmek gerekiyordu. Tüketiciye ürünü beğendirmek şart oldu.

Tabii sadece ekonomik krizler de değil; son 10 yılda değişen pazar dinamikleri de, doğal olarak pazarlama stratejilerinin de gelişmesine yol açmıştır. Günümüz yaşam biçimi, hızı, teknolojisi, trendleri, tüketicilerin hızla değişmesine ve beklentilerinin artmasına yol açmıştır. Artık tüketici daha bilinçlidir, sorgulayıcıdır ve taleplerini ortaya koymaktadır.

Tüketiciyi ikna etmek zorlaşmıştır…

Kısaca, 90’lı yılların sonuna doğru gelindiğinde, üretici şirketler varlıklarını devam ettirmenin yolunun tüketicilerden geçtiğini fark etmişlerdir. Şirketler, tüketici tercihlerinin önemli olduğu, çünkü ürünü alan ve kullanan tüketiciyi memnun etmeden, aynı tüketiciye tekrar bir ürün satmak veya yeni tüketici kazanmanın mümkün olmadığını kavramışlardır.

Peki… Tüketici nasıl kazanılacak? Tüketicinin ürün veya hizmeti fark etmesi nasıl sağlanacak? Tüketici nasıl ikna edilecek? Buna benzer sorular gündeme geldi…

Önümüzdeki günlerde bu konuları içeren  yazıları buradan takip edebilirsiniz…

 ———————–

Saygı ve Sevgilerimle,

 ————————–

Hakan Okay